20 Ekim 2016 Perşembe

Gizli Şeker ve Nedenleri

pre diyabet ile ilgili görsel sonucuDiyabet, dünyada genel nüfus artışından yaklaşık 2-3 kat fazla bir hızla yayılıyor. Yapılan araştırmalar ülkemizde 8 milyonun üzerinde diyabetli, 6-8 milyon arasında da diyabet adayı, veyahut gizli diyabetli olduğunu söylüyor.
Tıbbi olarak pre diyabet olarak adlandırılan ''gizli şeker'' diyabet öncesi anlama gelir. Gizli şekerin diyabete dönüşmemesi için, bu kişilerin ilk olarak Endokrin uzmanına danışmaları takiben, sağlıklı beslenmeleri, kilo vermeleri ve spor yapmaları gerekir. Gizli şeker hastası olup olmadığınızı kan şekerinizi ölçtürerek öğrenebilirsiniz. Açlık kan şekeriniz 100-125 mg/dl arasında ya da tokluk kan şekeriniz 140-199 mg/dl arasında bulunmuş ise gizli şeker hastası olabilirsiniz. Gizli şekerin altında yatan en önemli sebep insülin direnci tanımlanıp kontrol altına alınmaz ise, bir süre sonra klinik diyabet gelişim gösterebilir. Hızlı yemek yeme, açlıkta fenalık hissi, sinirlilik, çarpıntı, tatlı krizleri, yemekten sonra yorgunluk ve uyku gizli şekerin habercileri olabilir. Bu bulgular varsa erken tanı için  hemen bir hekime başvurun ve kesinlikle ertelemeyin.

İnsülin Nedir?
Kandaki glukozun hücre içerisine girerek hücrede oksidasyonu ve karaciğerde glukojene çevrilerek depo edilmesini sağlar.
  • İnsülin yetersizliğinde, glukoz kullanılmadığı için kandaki düzeyi artar.
  • Bu durumda enerji, yağ ve proteinlerden karşılandığı için keton cisimlerin miktarı artar. 
  • Bu belirtilerle ortaya çıkan metabolik bozukluğa şeker hastalığı ''DİYABET'' denir.
  • İnsülin yetersiz ise hastalık insüline bağımlı (Tip1) diyabet olarak tanımlanır.
  • Bazı durumlarda insülin yeterli salgınlanmasına karşın etkisi azdır.
  • Bunun, insüline bağımlı olmayan (Tip2) diyabet denir.
  • En önemli nedeni şişmanlıktır.
 Genelde orta yaştan sonrakilerde görülen Tip2 diyabet,  enerji sağlayan yiyecekleri, özellikle şekerler ve yağları azaltıp posalı besinler ve fiziksel aktiviteyi arttırarak vücut ağırlığını denetim altına alınabilir.

 Spor tek başına kesinlikle bir çözüm yolu değildir. Ancak, sağlıklı bir beslenme programıyla beraber etkin bir çözüm yolu olabilir. Sağlıklı beslenmenin tek koşulu, dengeli ve vücudun ihtiyacı olan tüm besinleri kapsayacak integral beslenme modelidir.-Kan glikozunu hızla yükselten ( glisemik indeksi yüksek) şekerli ve karbonhidratlı gıdalardan kaçının.
-Vücudun ihtiyacını karşılayacak kadar yağ alın,
-Hipoglisemik (kan şekerinin olması gerektiğinden daha düşük olması durumu) atakları önlemek için glisemik indeksi yavaş karbonhidratlar ve ara öğünler tercih edin.
-Omega 3 açısından zengin olan gıdaları tüketin.
-Kahve ve siyah çay yerine, günde 1-2 fincan adaçayı, yeşilçay veya ıhlamur gibi bitki çayları için.
 *Herşeyden önce, her yıl düzenli olarak sağlık kontrollerinin yapılması ve doktor kontrolleri altında tedavi yöntemlerinin uygulanması gerektiğini unutmayınız. :)

11 Ağustos 2016 Perşembe

Spor öncesi ve sonrası Beslenmenin Önemi

Sağlıklı bir vücuda sahip olmanın yolu doğru beslenme ve spordan geçer. Birçok insan kilo vermek için diyet yapar fakat istenilen sonuca ulaşabilmek için diyetin sporla desteklenmesi gerekmektedir. Düzenli yapılan spor ve egzersizler, kalp-damar hastalıklarını önler, vücudu korur, metabolizmayı hızlandırarak kilo vermeye yardımcı olur. Öncelikle, vücut ağırlığının korunması için harcanan ve alınan enerji kişiye göre belirlenmeli çünkü yüksek yoğunlukta spor yapanlarda yeterli enerji alınımı sağlanamazsa kilo kaybı kaçınılmaz olur ve kişinin performansı düşer. Spor yaparak kas kütlesini arttırmak ve yağlarından kurtulmak isteyen kişilerin yaptığı egzersizler kadar izlediği beslenme modeline de dikkat etmeleri gerekmektedir. Yanlış beslenme, yapılan sporun yarar sağlamasını engelleyebilir. Spordan 3-4 saat önce doğru beslenme, sporun ve egzersizin verimini arttıracaktır. Uygulanacak beslenme modeli kolay sindirilebilir ve emilebilir olmalı, yüksek glisemik indeksi (aşırı şekerli gıdalar) spordan önce alınmamalıdır. Bu gıdalar insülin seviyesini arttırır ve yağ yakımını engeller. Dolayısıyla spor öncesi düşük yağ içerikli, kompleks karbonhidratlı gıdalar tercih edilmelidir.
 Bu besinlere örnek olarak;
-Süt ve ceviz veya badem,
-Yulaf veya müsli,
-Bir adet meyve,
-Tam tahıllı ekmek ve light peynir
Bu besinler spor öncesi ara öğün olarak tercih edilebilir. Bu sayede spordan sonra fazla yemek tüketme isteği ortaya çıkmaz. Ana öğün olarak ise örneğin sabah kahvaltısından sonra spor yapılacaksa, protein almak için yumurta, lif oranı yüksek olduğu için tam tahıllı ekmek, zeytin ve yağsız peynir tüketilebilir. Ceviz ve badem ile kahvaltı öğünü de desteklenilebilir.
Spordan sonra kişide açlık hissi ortaya çıkar. Spor esnasında kaslar çalışır, kaslara istenilen enerjinin verilmesi için spordan sonra doğru saatte, doğru besinler tüketmek gerekmektedir. Protein ve yararlı karbonhidratlar vücudun isteklerini karşılayan besinlerdir.
Tercih edilmesi gereken besinlere örnek olarak;
-Sebzelerle zenginleştirilmiş omlet ve tam buğday ekmeği,
-Süt ve süt ürünleri,
-Izgara tavuk ve ızgara sebzeler,
-Yulaf ve yoğurt karışımı,
-Kuru meyveler ve ceviz, badem, fındık.  
Spor sonrası beslenirken dikkat edilmesi gereken diğer önemli nokta, besinlerin ne kadar tüketildiğidir. Tavsiye edilen günlük kalori değerlerini geçmeden beslenme modeli planlamak daha sağlıklı olacaktır. Bununla beraber, spor esnasında su tüketimi yeterli seviyede olmalıdır. Spor esnasında vücut çok su kaybeder. Doktor kontrolünde yapılan diyet ve sporlar daha sağlıklı sonuçların alınmasını sağlar. Bununla birlikte, kişinin kendine uygun sporun diyetisyen tarafından belirlenip, takiben beslenme modelinin oluşturulması çok önemlidir.

16 Temmuz 2016 Cumartesi

Küflü Gıdalar ve İnsan Sağlığına Etkileri

Ekmek, peynir, sebze ve meyve gibi gıdaların küflü kısmının kesilip kalanını tüketmek pek çok kişinin yaptığı bir seydir. Peki küflenen gıdaların kalan kısmının tüketilmesi ne kadar doğrudur?  Bu yazımızda size bu konu hakkında bilgi vereceğiz.
Küfler çok hücreli ve ipliksi görünümündedir. Bu ipliksi liflerin her birine hif, hiflerin oluşturduğu demete misel adı verilir. Küf hücreleri çoğalırken, birleşerek iplikçikler oluşturur, gözle görülebilecek duruma gelir. Besinde toksin madde oluşturarak, besinleri hasara uğratırlar. Ürettikleri bu toksin maddelere mikotoksin (küf toksini) denir. Küflerde diğer mikroorganizmalar gibi üreyip, çoğalabilmek için su ve oksijene, karbon ve azotlu maddelere, mineral ve vitaminlere ihtiyaç duyarlar. Bağışıklık sistemini zayıflattığı için karaciğer, böbrek, kas ve sinir sisteminde, hormon sisteminde bozukluklara felç ve kansere yol açmaktadır.
Ekmeğinizin yüzeyindeki, meyvelerinizin içerisindeki noktacıklı veya gruplar halindeki küfün arkasında sandığınızdan çok daha fazlası bulunmaktadır. Genellikle yiyeceklerimizin üzerinde gördüğümüz ve küf olarak adlandırdığımız renkli kısımlar, buna neden olan mantarların üreme hücreleridir (sporlarıdır). Küfe neden olan mantarların geri kalanı ise, besinlerin içerisine doğru dallanıp saçaklanarak gider ve gözle görülmesi mümkün değildir. Dolayısıyla yiyeceklerinizin üzerinde gördüğünüz küf, ''buzdağının sadece görünen yüzü'' olduğu için o kısmı kesip atmanız mantarlardan tamamen kurtulmuş olmanız için yeterli değildir. Eğer böyle bir uygulama yapıyorsanız bol bol küf yiyorsunuz demektir.
Uzmanlar, küfün tüm besine yayıldığını ve bunun  yenmesi durumunda zamanla vücudun bağışıklık sistemini çökerttiğini, iç organlarda ve karaciğerde tahribata yol açtığını söylemektedir. Buğday ve ürünleri başta olmak üzere tüm hububat ürünleri pirinç,fıstık fındık gibi besinlerde küflenmeyi başlatan mantarlar ''aflatoksin'' denilen zehri oluşturur. Etkisini hemen göstermeyen aflatoksin, vücudun zamanla bağışıklık sistemine ve özellikle karaciğere zarar verir.

Küf Yenirse Ne Olur?
Aflatoksin vücuda alındıktan sonra, karın ağrısı, kusma, kalp, karaciğer ve böbreklerde yağlanma koma ve ölüm gibi sonuçlar doğurabilir. Küf yenir mi sorusuna verilebilecek cevap, bütün küflerin yararlı denilip tüketilmeyeceğidir. Ülkemizde özellikle Doğu Anadolu bölgesinde küflü peynir lezzetli olduğu için çok tüketilmektedir. Bu lezzetleri sevenler, özel olarak üretilmiş peynirleri tüketmelidirler. Mavi küflü rokfor, gorgonzola ve stilton gibi peynirler küf kullanılarak özel olarak üretilir. Bu tür peynirlerin insan sağlığı açısından zararı yoktur.

Gıdaları Küflenmeden Nasıl Koruyabiliriz?
-Bulaşık bezleri, havlular, süngerler ve diğer temizlik malzemeleri temiz olmalıdır. Küf kokusu bu malzemelerin etrafa küf yaydığını göstermektedir.
-Temizleyemediğiniz veya yıkayamadığınız temizlik malzemelerini kullanmayın.
-Gıdaları servis ederken muhtemel havadan bulaşma riskine karşı üstünün örtülü olmasına dikkat edin.
-Çabuk bozulabilen gıdaları buzdolabı dışında 2 saatten fazla bulundurmayın.
-Açılan ve çabuk bozulabilen konserve ürünleri saklama kaplarına koyarak hemen buzdolabına kaldırın.
-Artan yemekleri 2-3 gün içerisinde küf oluşumuna fırsat vermeden tüketin.
-Et, sebze ve unlu, hamurlu yiyecekler ayrı kesme tahtalarında ve ayrı araç-gereçler kullanılarak hazırlanmalıdır. Böylece çapraz kontaminasyon önlenir.

15 Temmuz 2016 Cuma

Bağışıklık Sistemi

İmmün sistemi, (bağışıklık sistemi) hastalıklara karşı koruma yapan hastalık etkenleri ve tümör hücrelerini tanıyıp onları yok eden işleyişlerin toplamıdır. Çevremizdeki dünya ile etkileşimimiz sırasında bulaşıcı hastalıklardan, bakterilerden, virüslerden korunma yeteneğimiz büyük ölçüde bağışıklık sistemimizin sağlıklı işleyişine bağlıdır. Sadece çevremizden gelen hastalıklardan değil, örneğin kanser gibi ilerleyici hastalıkların gelişiminin engellenmesi, kanserli hücrelerin yok edilmesi yine bağışıklık sisteminin görevleri arasındadır.
Doğal İmmünite ve Edinsel İmmünite:
''Doğuştan gelen'' koruyucu sistemler: Öğrenme süreci gerektirmez, sürekli çalışmaktadırlar. Hastalık etkenlerine karşı hızla bağışıklık yanıtı oluştururlar. Bir etkene özgül değil, genel bir yanıttır.
''Edinilmiş'' (sonradan kazanılan) koruyucu sistemler: Hastalık etkeni ile karşılaştıktan sonra ortaya çıkar. Bağışıklık yanıtının oluşması zaman alır. Yanıt hastalığa neden olan etkene özgüldür. Doğuştan gelen sistemlerden genelde daha etkindir.

Bağışıklık Sistemi, patojen organizmaların vücuda girmelerini engellemek veya girerlerse vücuda girdikleri yerde yutmak, yayılmalarını engellemek ya da geciktirmektedir. Bağışıklık sistemi bu görevlerini yaşam süresi boyunca sürdürür ancak bazı koşullarda yardıma gereksinim duyabilir. Bu sistem, aynı nörolojik sisteme benzer bir yapıya sahiptir. En önemli özelliklerinden biri; kendi ve kendisine yabancı milyonlarca değişik düşmanı tanıyıp ayırt edebilme yeteneğine sahip olmasıdır. Bir diğer özelliği de, hatırlama yeteneğine sahip olmasıdır. Bu özelliği sayesinde bağışıklık sisteminde görevli olan tüm hücreler, ilk karşılaştı yabancıyı görür, belleğine kaydeder ve daha sonra gördüğünde de hatırlar.
Bağışıklık Sistemimizin vücudumuzu savunmada başarılı olmasının altında yatan en önemli etken ise, vücudumuz içerisinde detaylı ve dinamik bir iletişim ağına sahip olmasından kaynaklanmaktadır.
Milyonlarca hücre, arı kovanının etrafını saran arı kümeleri gibi bir araya gelip seriler halinde organize olur ve bilgileri arkadan ileriye doğru iletir. Bir kez bağışıklık hücreleri uyarı aldıkları zaman, taktiksel birtakım değişikliklere giderek çok güçlü kimyasallar üretmeye başlarlar. Bu maddeler hücrelerin kendi büyüme ve hareketlerini düzenlemelerine izin vererek vücut savunmasını başlatır. Canlılar öldüğünde, bağışıklık sistemleri de yok olur. Saatler içerisinde vücudu çok çeşitli bakteri, parazit ve mikrop istila eder. Ancak bunların hiçbiri bağışıklık sistemimizin çalıştığı zaman vücuda giremez. Ama bağışıklık sistemimizin bozulduğu veya yok olduğu noktada savunma kapıları sonuna kadar açık kalır. Bunun sonucunda da alerji,artrit, enfeksiyonlar veya AIDS gibi birçok hastalık gündeme gelebilir.
Tekrarlayan ya da kronik enfeksiyonlar sadece bağışıklık sisteminin zayıfladığı durumlarda ortaya çıkar. Zayıf bir bağışıklık sistemi enfeksiyona yol açar, enfeksiyon bağışıklık sisteminde hasara neden olur ve bu da vücut direncini daha da zayıflatır. Düşük bağışıklık işlevinin en yaygın nedeni besin yetersizlikleridir.  Günlük beslenmede çok fazla şekere yer verilmesi, obezite, alkol tüketimi çeşitli nedenlerle bağışıklık sisteminin işlevini azaltır.

Bağışıklık Sistemini Güçlendirmek için Neler Yapmalı?
Yeterli protein alımı en iyi düzeyde bağışıklık işlevi için şarttır. Fakat fazlası yine bağışıklık sistemimizi olumsuz yönde etkiler. Vücuda alınan besinler enerji için oksijenle yandığında serbest radikaller yani oksijen içeren son ürünler oluşur. Serbest radikaller hücre ve dokularda çoğaldığında DNA yapısında hasara neden olur Ayrıca sigara, hava kirliliği, radyasyon vb. nedeniyle de serbest radikaller artar. Artış durumunda kanser, kalp-damar hastalıkları, artritler vb. sağlık sorunları oluşur. Serbest radikallerin yarattığı olumsuz etkinin önlenmesi ve etkisinin en aza indirilmesi için yeterli miktarda antioksidan tüketilmelidir.

Hangi Vitaminler Bağışıklık Sistemini Destekliyor?
Bağışıklık sisteminin desteklenmesinde kullanılan en önemli maddeler A, E, C, B vitaminleri, karotenler, demir, çinko ve selenyumdur.
A vitamini: Antitümör aktivitesi, savaşçı hücreler (akyuvar) güçlendirilmesi, antikor tepkisinin arttılması dahil pek çok bağışıklık sürecini destekler ve uyarır. Eksikliğinde olan kişiler özellikle viral enfeksiyonlara daha kolay yakalanır. Süt, balık yağı, yumurta önemli kaynaklarıdır.
Betakaroten: Serbest radikallerin tutulmasını sağlar. Yeşil yapraklı sebzeler, kırmızı, turuncu, koyu sarı renkli sebzeler önemli kaynaklarıdır.
C vitamini: Antiviral ve antibakteriyal etkisinin yanı sıra bağışıklığı arttırır ve güçlendirir. Turunçgiller, yeşil biber, maydanoz, kiraz, kavun önemli kaynaklarıdır.
E vitamini: Serbest radikallerin tutulmasına yardımcı olur. Soya, susam, ceviz, badem, fıstık, vb yağlı tohumlar önemli kaynaklarıdır.
Folik asit-B12 vitamini: Eksikliği savaşçı hücre sayısının ve enfeksiyona neden olan organizmalarla savaşma yeteneğinin azalmasına neden olur. Folik asit özellikle ıspanak olmak üzere yeşil yapraklı sebzeler, kuru baklagiller önemli kaynaklarıdır. B12 kırmızı et, balık, yumurta, tavuk, süt ve süt ürünleri önemli kaynaklarıdır.
Demir eksikliği:Lenf bezlerinin yapısının bozulması, savaşçı hücrelerin işlevinin azalması gibi bağışıklık sisteminde önemli bozukluklara neden olur Özellikle kırmızı et, yumurta da hayvansal demir, kuru baklagiller, yeşil yapraklı sebzelerde bitkisel kaynaklı demir bulunur. Hayvansal kaynaklı demirin vücuttaki kullanım oranı bitkisel kaynaklı demire göre daha yüksektir.
Çinko: Birçok virüs cinsinin çoğalmasını engeller. Pek çok bağışıklık sistemi reaksiyonunda hayati rolü vardır. Yumurta, et ve sütte yoğun bulunur.
Selenyum: Bağışıklık sisteminin tüm parçaları üzerinde etkisi vardır. Aşırı vitamin tüketiminin zararlı etkileri olabilir. Yağda eriyen vitaminler (A, D, E, K) vücutta depoladığı için uzun süre yüksek doz alımları durumunda toksik etki görülebir. Aşırı C vitamini bazı organlarda soranlara, B6 vitamini sinir sistemi hasarına neden olabilir.

Bağışıklık Sistemini Güçlendirmek için Hangi Sebze ve Meyveler Tüketilmeli?
İçerdikleri antioksidan maddeler nedeniyle sebze ve meyve tüketimi kansere karşı korumada oldukça etkin bulunmuştur.
Domates içeriğindeki likopen nedeniyle; prostat, meme, sindirim sistemi, mesane, deri ve serviks kanseri riskini azaltmaktadır.
Turunçgil meyvesinin içeriğindeki karoten nedeniyle kanser önlemede önemi büyüktür.
Brokoli, karnabahar ve lahana gibi bitkisel besinlerin içerdikleri glukozinolatlar nedeniyle kanser riskini azalttığı bilinmektedir.
Keten tohumu içeriğindeki lignan dolayısıyla meme ve akciğer tümörüne karşı korumaktadır.
Sarımsak ve soğanda bulunan allilik sülfitler bağışıklık sistemini güçlendirir, serbest radikallerin atılımını arttırır, tümör hücre çoğalmasını engeller, kolesterol düzeyini azaltır.
Omega 3 yağ asitleri en önemli kaynağı balıktır, meme ve akciğer kanserini azalttığını gösteren veriler vardır.
Probiyotikler ise hastalık yapan mikroorganizmaların çoğalmasını engeller, bağırsağın düzenli çalışmasına yardımcı olur. Kansere karşı koruyucu etkisi vardır. Yoğurt ve kefirde yoğun bulunur. Bu probiyotik bakteriler besin olarak prebiyotikleri (pırasa, enginar, patlıcan, soğan ve sarımsakta bulunan karbonhidratları) kullanır. Bu açıdan beraber tüketildiklerinde daha iyi fayda gösterirler.

5 Mayıs 2016 Perşembe

Vücudumuzda Probiyotiklerin Önemi ve Antibiyotiklerin Zararlı Etkisi

      Erişkin bir insan bağırsağında 100 trilyon (1,5 kg) faydalı bakteri ve mantar bulunur. Bu rakam insan hücre sayısının 10 katı kadardır. Sayıları 500'ün üzerinde olan bu bakteriler ve mantarlar normal bağırsak florasını oluştururlar. Doğumdan hemen sonra bağırsak florasında E.coli Streptokoklar ve Clostridia'lar azalırken, Bifidobakteriler artmaya başlar. Anne sütünden kesildikten sonra erişkin florası yönünde değişiklikler olmaya başlar ve ikinci yılın sonuna doğru erişkin florasının benzeri bir flora oluşur ve yaşam boyu sabit kalır.
      İyi Bağırsak Bakterileri:
      Bağırsakta bulunan bakterilerin %85'i iyi bakterilerdir. (probiyotikler) Bunların en önemlileri Lactobacillus acidophilus   ve lactobacillus bifidustur. Mide asidinin varlığı nedeni ile mide de canlı bakteri sayısı çok azdır. Lactobacillus acidopholuslar ince bağırsağın üst bölümünde, lactobacillus bifiduslar ise ince bağırsağın alt bölümünde ve kalın bağırsakta mekan tutarlar. Bağırsakta bulunan oksijen miktarı düşük olduğundan anaerob bakterilerin sayısı daha fazladır.
     Patojen Bağırsak Bakterileri:
      Bağırsak bakterilerinin %15'i patojen (hastalığa neden olan her türlü organizma) niteliktedir. Bunların en önemlileri pamukçuk mantarı (candida) ve Clostridium bakterileridir. 
         -İyi bakteriler bağırsak duvarına yerleşip sayı üstünlüğü ile hastalık yapabilecek bakterilerin fazla üremesine izin vermezler.
     Probiyotiklerin Görevleri:

  •     Bağışıklık sistemini güçlendirmek
  •     Yiyeceklerin hazmını kolaylaştırmak
  •     Bağırsak duvarını zararlı maddelerden korumak ve bağırsak geçirgenliğini azaltmak
  •     Vitaminlerin(K vit.,biyotin,B12,niasin) sentezini yapmak
  •     Zararlı maddelerin (toksin) kan dolaşımına geçmesini engellemek 
  •     Besin alerjilerini ve egzemayı önlemek
  •     Yaşlanmayı yavaşlatmak
  •      İdrar yolu iltihaplarını önlemek
  •     Kanseri önlemek
  •     Kronik enflamatuvar (iltihabi) hastalıkların oluşumunu engellemek 
  •     Depresyonu hafifletmek
  •     Böbrek taşlarının oluşumunu azaltmak
  •     Kabızlığı tedavi etmek
  •     İshali önlemek ve tedavi etmek
Bağırsak florasının bozulmasının başlıca nedenleri:

  •     Karbonhidrattan zengin gıdalar
  •     Rafine gıdalar
  •     Çeşitli toksinler
  •     Antibiyotikler
  •     Sezeryan doğumlar

      Probiyotik Gıda Ürünleri:
       1- Fermente süt ürünleriyle (yoğurt, peynir,kefir...) - Sindirim sistemine karşı zararlı mikroorganizmalarla savaşan Lactobacillus, Acidophilus gibi probiyotik kültürlerden oluşur.
     2-Gıdalara ve içeceklere bu bakterilerin canlı hücrelerinin eklenmesiyle (meyve suları, çikolata, et ürünleri...) - Bağışıklığı güçlendiren Thermophillus, Bifudus, Bulgaricus ve Acidophillus kültürleri içerir.
      3-Probiyotik bakterilerin canlı hücrelerinden hazırlanan farmakolojik ürünler olarak tablet veya kapsüllerin hazırlanmasıyla probiyotik gıda ürünü ile elde edilebilmektedir.
      En önemli probiyotik süt ürünü yoğurttur. Yoğurt ile beslenmenin düzenli olarak uygulanması ile organizmaya patojen bakteri bulaşımının azaldığı kesin olarak ispatlanmıştır. Bunun yanında anne sütü de çok önemli bir probiyotiktir
Antibiyotikler- Bağırsak Florası:
      Antibiyotikler kullanıldığında bağırsaktaki probiyotik bakteriler 1000 kat azalarak, 100 trilyondan, 100 milyara kadar inebilirler. Faydalı bakterileri öldürünce mantar ve mayaların üremesi de hızlanır, normalin 130 kat kadarına çıkabilirler. Kötü bakteriler ve mantarlar üzerine etki etmezler, tam tersine onların üremelerine yardımcı olurlar. Normal bağırsak florası antibiyotik kullandıktan sonra 1-2 ay sonra normalleşebilir.Gelişigüzel kullanılan antibiyotikler fayda sağlamadıkları gibi, pek çok ciddi sağlık problemine de neden olabiliyor. Böbrek veya karaciğer yetmezliği ile obezite bunlardan sadece bazıları. Bir antibiyotiğin belli bir bakteriyi öldürme veya çoğalmasını durdurma özelliğinin kaybolması, o bakterinin o antibiyotiğe direnç gösterdiğini belli eder. Antibiyotik tedavisi yanı sıra, dinlenmek, sağlıklı beslenmek, yeterli uyku ve olumlu düşünmek de iyileşmenize yardımcı olacaktır.

Bir bakterinin probiyotik etkisinden bahsedilebilmesi için aranan ilk özellik, bağırsağa canlı ulaşabilmesidir. Midedeki güçlü asitlere ve safra tuzlarına dayanıklı olup, bağırsak iç zarına yerleşip koloni oluşturabilmelidir ve geçici kolonizasyona neden oldukları için her gün düzenli olarak alınmalıdır. Probiyotik besinlerin tüketimi, sindirim sorunlarını giderir, aynı zamanda vücut direncinin kırıldığı mevsim geçişlerinde bağışıklık sistemini güçlendirmek adına bu tür zengin besinlerin yeterince tüketilmesi gerekir. 

21 Nisan 2016 Perşembe

Besin Lifleri ve Sağlık Etkileri

Günümüzde tüketicilerin hızlı tüketilebilen gıdalara olan taleplerinin artması diğer taraftan bedensel etkinliklerinin azalması ve yanlış beslenme alışkanlıkları sonucu; kalp damar hastalıkları, sindirim sistemi hastalıkları, aşırı şişmanlık, diyabet ve bağırsak hastalıkları gibi bazı sağlık problemleri artış göstermiştir.
Diyet liflerinin mide de doygunluk hissi vermesi, serum düşük yoğunluklu lipoprotein (LDL)  kolestrol konsantrasyonunu azaltması, insülin seviyesini kontrol altına alması ve hemen hemen hiç kalori vermemesi düşünüldüğünde de zayıflamak isteyenler için diyet lifleri çok daha cazip hale gelmiştir. Sağlık üzerine bu olumlu etkileri nedeniyle diyet lifi içeren ürünlerin tüketimi dünyadaki birçok sağlık kuruluşu tarafından önerilmektedir. Özellikle son çeyrek yüzyılda diyet liflerine karşı duyulan ilgi bir hayli artmıştır. Bunun başlıca nedeni, gelişmiş ülkelerin besinlerindeki diyet lifi eksikliğinin yol açtığı ve Burkitt ve Trowell'in ''Medeniyet hastalıkları'' ( kabızlık, hemoroit, kalın bağırsak kanseri, şişmanlık) şeklinde tanımladığı bazı hastalıkların ortaya çıkmasıdır. Günümüzde bu tür hastalıkların tedavisinde ve önlenmesinde yüksek lifli besinler kullanılmaktadır.
Diyet lif, insan ince bağırsağında sindirilmeyen buna karşılık kalın bağırsakta tamamen veya kısmen fermente olan yani yararlı bakteriler tarafından parçalanan bitkilerin yenilebilir kısımlarıdır. Sindirim enzimlerinden etkilenmediği için diğer besin öğeleri gibi sindirimi yapılamayan ve bitkilerde bulunan çeşitli kompleks maddeler de lif olarak adlandırılmaktadır. Lifler, sebze ve meyvelerin kabuk, zar, sap, çekirdek gibi sindirilmeyen nispeten daha katı kısımlarını ifade eder.
Diyet lifleri, birçok alt gruba ayrılmış olmasına rağmen son yıllarda sudaki çözünürlüklerine göre çözünür ve çözünmez diyet lifi olarak 2 ana grupta değerlendirmektedir. Çözünmeyen diyet lifi ağırlıklarının 20 katı kadar suyu absorblamakta, ancak viskoz yapı (akışkanlığı az olan) oluşturmamaktadır. Diyet lifi, fekal hacmin (dışkısal hacim) artmasını sağlayarak bağırsak transit süresini kısaltmakta ve kabızlığın önlenmesine yardımcı olmaktadır. Bu etkinin daha çok çözünmeyen diyet lifinden kaynaklandığı düşünülmektedir. Çünkü, çözünmeyen diyet lifi, doğrudan posa maddesi olarak dışkı kütlesinde artışa neden olmaktadır. Çözünür diyet lifinin de su tutma kapasitesi ve gaz oluşumuna sebep vermesinden dolayı dışkı hacminde artışa neden olabileceği aktarılmaktadır. Aynı zamanda çözünür diyet lifinin kandaki kolesterolün düşürülmesinde ve glikozun absorbsiyonun da etkili olduğu bilinmektedir.
Çözünür lif daha çok fermente olmaktadır. Örneğin; kurubaklagiller %100 fermente olurken kepek ve buğday %20-80 arasında fermente olmaktadır. Bu nedenle kurubaklagillerin düzenli tüketilmesi bağırsak sağlığı açısından oldukça olumlu olduğu bildirilmiştir.
Genel olarak diyet lif açısından zengin gıdaları şu şekilde toplayabiliriz;
a) Tahıl ürünlerinden; kepekli ekmekler (kepeğin %90'ı liftir, krakerler, mısır gevreği gibi kahvaltılık tahıllar, bulgur, çavdar, yulaf, arpa, kahverengi kabuklu pirinç.
b) Meyvelerden; elma, armut, çilekgiller, turunçgiller, incir, kayısı, erik, kuru meyveler.
c) Sebzelerden; brokoli, lahana, havuç, mısır, bezelye, patates, kabak, patlıcan, bamya.
d) Çerezlerden; fındık, fıstık, badem, leblebi, çekirdekler, patlamış mısır.

Diyet Lifin İnsan Sağlığı Üzerindeki Etkileri
Diyet liflerinin obezite, tansiyon, hemoroit, diyare ve bazı bağırsak rahatsızlıkları, hipertansiyon, damar ve bağışıklık hastalıkları üzerine etkileri olduğu bilinmektedir. Suda çözünen lifler glikoz ve insülin metabolizmasını düzelterek diyabetin kontrol edilmesinde yardımcı olabilirler. Aynı zamanda serum düşük yoğunluğu lipoprotein (LDL) kolestrol konsantrasyonunu azaltırlar. Diyet liflerinin, bağırsak transit süresi, kısa zincirli yağ asitleri üretimi, bağırsak yoğunluğu, gaz üretimi, mineral ve vitaminlerin biyoyararlılığı, protein sindirimi, kolesterol ve diğer lipit metabolizmaları üzerinde etkili olduğu aktarılmaktadır. Lif içeriği fazla olan gıdalar ağızda uzun süre çiğnenme özelliklerinden dolayı, tükürük bezlerinin çalışmasını hızlandırırlar. Ayrıca mide asitlerinin salgılanması yönünde uyarıcı etkide bulunurlar. Diyet lifleri, enerji yoğunluğu düşük olduğundan ve su çekici özelliklerinden dolayı mide içeriğinin viskozitesini arttırarak midenin boşalmasını geciktirirler ve kişinin açlık hissini geciktirirler. Bu durum kilo vermek isteyen bireylerin daha uzun süre tok kalmalarını sağlayarak olumlu etki göstermektedir.
Diyet lifinin kolon-rektum kanserini önlemede de etkileri vardır. Bu etkinin kolon bakteri florasını değiştirerek toksik metabolitlerin üretimini önleyerek ve dışkı atımını hızlandırarak bu metabolitlerin bağırsak hücreleriyle temas sürelerini kısaltmasıyla sağlamaktadır.
Besinsel lif eksikliği ile ilişkili olduğu düşünülen rahatsızlıklardan biri de diyabettir. Yüksek oranda besinsel lif tüketiminin serum glukoz düzeyini ve insülin gereksinimini düşürerek diyabetli bireylerde yarar sağladığı bilinmektedir. Kompleks karbonhidratlarla birlikte bulunan çözünebilen lifler glikozun çok yavaş bir şekilde kan dolaşımına verilmesini sağlayarak, kan şekerinin vücut tarafından absorbsiyonunu modifiye etmekte ve kandaki şeker düzeyini ayarlamaktadır.
Günlük Alınması Gereken Lif Miktarı
Dünyadaki birçok sağlık kuruluşu tarafından günlük diyetle alınan miktarının arttırılması önerilmektedir. Dünya Sağlık Örgütü günde 25-50 gram diyet lifi tüketimini önermektedir. Özellikle bu 25-50 gramın 5-7 gramını suda çözünebilen liflerin teşkil etmesi gerektiğini bildirmişlerdir. Ancak yapılan araştırmalar gelişmiş ülkelerde bunun sadece günlük 11-12 gram arasında kaldığını ispatlamaktadır. 100 gram buğday kepeği insan vücudunun günlük potasyum,fosfor, bakır, çinko, kükürt ve magnezyum ihtiyacının hemen hemen tamamını karşılamaktadır.
Sonuç olarak, önceki yıllarda besin değeri olmadığı düşünülen ve posa olarak bilinen liflerin, sağlık üzerindeki yararlarının tamamen açığa kavuşturulması ve teknolojik özelliklerinin belirlenmesi, diyet lif içeriği yüksek ürünlere olan talebi arttırmıştır. Nitekim diyet lifi, enerji değerinin diğer karbonhidratlara kıyasla düşük olması ve tokluk hissi oluşturması sebebiyle günümüzde diyet ürünlerinin temel bileşenini oluşturmaktadır. Diyet liflerinin özellikle çağımızın önemli sağlık probleminden, obezite, kalp-damar hastalıkları, diyabet ve bazı kanser türlerinin oluşumunu engellemesinde önemli rol üstlendiği bilinmektedir.

18 Nisan 2016 Pazartesi

Gıda Katkı Maddeleri

Temel gıda maddesinin dışında ve kontaminant olmayan, gıdanın üretiminde uygulanan işlem, depolama veya paketleme sırasında kaza ile gıdaya katılmayan ancak arzu edilen belirli karakteristliği sağlamak için belirli amaçlarla eklenen herhangi bir maddedir. Amaç; teknolojik işlemlerde yardımcı olma, raf ömrünü uzatma, mikrobiyolojik bozulmayı önleme, dayanıklılığı arttırma, görünüşü, lezzeti, kıvamı düzeltmedir. Günümüzün en önemli konularının başında gıda güvencesinin ve gıda güvenliğinin sağlanması gerekmektedir. Gıda güvenliğinin sağlanmasında, üretiminin arttırılmasında ve üretilen besinlerinin kayıplarının önlenmesi gıdanın bol bulunduğu dönemden daha az bulunduğu döneme kalitelerini koruyarak saklanabilmesi ve raf ömrünün uzatılması önem kazanmaktadır. Bu durumda da gıda katkı maddelerinin kullanımı kaçınılmaz olmaktadır.
Gıda katkı maddeleri, uygun şekilde kullanıldığında yani izin verilen katkı maddesi, izin verilen miktarda ve izin verilen gıdaya ölçülü kullanıldığında başka bir deyişle, yasalara uygun kullanıldığında yararlandığımız ve sağlık riskleri minimize edilmiş maddelerdir.
Gıda katkı maddelerinin kullanılması çok eski çağlara dayanmaktadır. Ete tuz ilave etme, baharat, şeker ve sirke gibi maddelerin hem tat verme hem de yiyecekleri koruma amacıyla kullanıldığı araştırmalar sonucunda ortaya çıkmıştır.
Gıda Katkı Maddelerinin Genel Kullanım Amaçları:
1.)  Gıdaların Raf Ömrünün Uzatılması veya Kayıpların Azaltılması
-Ekmeğin küflenmesini önlemede, kalsiyum propiyonat, kür edilmiş et ürünlerinde botulizmi ( ender rastlanan ancak tehlikeli bir Klostridial enfeksiyondur.)engellemede nitrat ve nitritin yağların acılaşmasına karşı BHA (bütillendirilmiş hidroksil anisol)gibi maddelerin kullanımı bu amaca örnek verilebilir.
2.) Gıdaların Duyusal Özelliklerinin Düzeltilmesi veya Geliştirilmesi
-Emülgatörler,(karıştırıcı) renklendiriciler, lezzet vericiler, lezzet arttırıcılar, tatlandırıcılar, hacim arttırıcılar örnek verilebilir.
3.) Gıda Kalite Özelliklerinin Muhafaza Edilmesi
-Salata soslarında yağ ayrılmasını önleme amacıyla katılan emülgatörler veya fırınlanmış ürünlerde kullanılan kabartma ajanları bu amaçla kulanılan katkı maddeleridir.
4.)Gıda Hazırlamada Yardımcı Olmak
-Hazır pudinglerin eldesinde fosfatlı katkı maddelerinden yararlanılması örnek verilebilir.
5.)Besleyici Değeri Korumak
Gıdalarda bulunan C vitamini kolay bozulabilen besleyici özellikteki maddeleri korumak amacıyla  antioksidanlardan yararlanılmaktadır.Gıda katkı maddeleri gıda üretiminde kullanılmadan önce zararlı olup olmadıklarına ilişkin birçok toksikolojik araştırma yapılmaktadır. Bu deneylerde, öncellikle incelenen katkının bağırsaklardan emilerek kana geçişi, vücutta diğer kimyasallara dönüşümü ve vücuttan atılımı incelenir.Daha sonra aşağıda sayılan etkileri gösterip göstermedikleri gözlemlenir.
-Alınır alınmaz veya alındığı gün ortaya çıkan zararlı etkiler
-DNA üzerindeki kalıcı değişiklikler
-Doğurganlık yeteneği üzerine etkiler
-Sakat çocuk doğumlarına yol açan etkiler
-Sinir sistemi üzerine olumsuz etkiler
-Bağışıklık sistemi üzerine zararlı etkiler
-Kanser yapıcı etkiler

Gıda Katkı Maddeleri ve Hastalıkların İlişkisi:
-Kanser
Kanser, bazı etkilerle değişime uğramamış hücrelerin, gerek yerel ve gerek uzak noktalarda kontrolsüz olarak büyüyüp çoğalmalarının sonucu ile oluşan habis hastalıklar grubudur. Normal hücrelerin kanser hücrelerine dönüşmesine sebep olan başlıca etkenler, kimyasal maddeler, ultraviyole ışınlar, radyasyon gibi fiziksel ajanlar ve virüslerdir.
Beslenme şeklimiz ve yediklerimiz kanser oluşumunu etkilemektedir. Günümüz yaşam tarzında gıda katkı maddeleri beslenmemizin bir parçası haline gelmiştir. Katkı maddelerinin bir kısmı kanserojen iken, bir kısmı da kanserojenlerin etkinliğini arttırmaktadır. Kanserojen olanların gıdalarda kullanılmasına izin verilmemektedir. İzin verildiğinde bu etkileri bilinmiyor veya sonradan anlaşılırsa direkt olarak yasaklanmaktadır. Örneğin, dulcin, cinnamyl anthranilate ve thiorea gibi bazı sentetik katkı maddelerinin karaciğer kanserine neden olduğu yapılan deneylerle tespit edilmiştir.
Kullanımda olup, kanser riskini arttıran maddelere nitritin tuzları olan sodyum nitrit (E250) veya potasyum nitrit (E249)'i örnek olarak gösterebiliriz. Bunlar sosis ve sucuk gibi işlenmiş et ürünlerinde antibakteriyel  olarak ve renk tutucu olarak eklenmektedir. Bu tip işlenmiş et ürünlerinin günde 50 gram tüketmek bağırsak kanserine yakalanma riskini %21 arttırmaktadır.

-Migren
Toplumda oldukça yaygın görülen, kişilerin günlük işlerini etkileyen, bulantı, kusma, baş dönmesi gibi bulguların eşlik ettiği, çoğu kez zonklayıcı ve genellikle tek taraflı baş ağrısı tipleridir. Migreni gıdaların başlatabildiği veya arttırabildiğini bildiren çok sayıda araştırma mevcuttur. Bunların bir kısmında katkılardan uzak basit gıdalarla beslenmenin migrenli çocukların çoğunda baş ağrısını azalttığı gösterilmiştir. Aspartam gibi bazı katkı maddelerinin migreni tetiklediği vakalar rapor edilmiştir.

-Alerji ve Cilt Problemleri
 Alerji, bağışıklık sistemimizin normalde zararlı olmayan bazı maddelere karşı aşırı hassasiyet göstermesidir. En sık alerjiye neden olan alerjenler polen, akar (toz), hayvan kılları, gıdalar, gıdalar içerisindeki katkı maddeleri gibi maddelerdir. Alerjenler maddelere karşı oluşan reaksiyonlar vücudumuzda birçok sistemi etkilemektedir. Katkı maddelerinin alerjik etkilerinin incelendiği çok sayıda araştırma mevcuttur. Bir kaç örnek verecek olursak bazı katkı maddelerine karşı egzamadan, anafilaktik şoka kadar birçok alerjik reaksiyonlar rapor edilmiştir.

-Bağırsak Hastalıkları
Kalın ve ince bağırsağın iltihaplı durumlarını içeren, sebebi tam olarak anlaşılamamış, alevlenme ve hafiflemelerle seyreden kronik hastalık grubudur. Bu gruptaki hastalıklarda en iyi tanımlananları ülseratif kolit ve krondur. Ülseratif kolit ve kron hastalığının oluşmasında bağışıklık sistemi ile genetik ve çevresel faktörler rol oynamakla beraber sebebi tam olarak belli değildir. Gıda katkı maddelerinden karragenan (E407) ve sülfitlerin ülsratif kolitin oluşması veya alevlenmesiyle ilişkili olabileceğine dair öngörüler bulunmaktadır. Kron hastalığında da gıdalarla alınan mikropartiküller önemli rol oynamaktadır. Bunları ise gıda katkı maddeleri oluşturmaktadır.

Sonuç olarak denilebilir ki, gıda katkı maddeleri sürekli ve fazla miktarda tüketilmedikleri müddetçe güvenilir olarak kabul edilebilir. Bununla birlikte yukarıda anlatıldığı üzere, halen kullanılmakta olan katkı maddelerinin bir kısmı her ne kadar toksikolojik testlerden geçmiş, yani izin verilen miktarda kullanıldığı zaman zararlı olmadığı bilimsel araştırmalarda ortaya koyulmuş olsa da bazı hastalıkların oluşmasında veya şiddetlenmesinde rol oynayabilimektedir. Bu riski şöyle örneklendirebiliriz; Hava kirliliği olan bölgelerde yaşayanlarda akciğer hastalıklarına yakalanma riski, hava kirliliği olmayan bölgelerde yaşayanlara göre daha fazladır. Hava kirliliği nasıl bazı akciğer hastalıklarına yakalanma riskini arttırıyor ise, bazı katkı maddeleri de katıldığı ürünlerde kanser ve diğer ciddi hastalıklara yakalanma riskini arttırmaktadır.
Her ne kadar gıda katkı maddelerinin kullanımı, yasalarla belirlenmiş olsa da üreticilerin bu konuda hassasiyetli olup olmadıkları, bunların denetimlerinin yeterliliği hakkında biz tüketicilerin kafasında soru işareti oluşmaktadır.

17 Nisan 2016 Pazar

Karbonhidratların İşlevleri ve Gereksinimi

Karbonhidratların İşlevleri ve Günlük Karbonhidrat Gereksinimi:

Karbonhidratlar karbon, hidrojen ve oksijen atomlarından oluşmuş organik bileşiklerdir. Günümüzde hemen bütün beslenme modellerinde karbonhidratlar insanların enerji gereksinmesinin çoğunu karşılamaktadır.Kan, glikoz ve insülin düzeyini kontrol eder.Organizma karbonhidratlardan, onları monosakkaritlere kadar parçaladıktan sonra enerji kaynağı olarak yararlanılabilir. Tüm vücut hücreleri glikozu enerji elde etmek için kullanabilir. Karbonhidratların en önemli işlevi enerji sağlamaktır. 1 gram karbonhidrat 4 kalori verir. Beyin ve al yuvarlar enerji yakıtı olarak sadece glukozu kullanırlar. Karbonhidratların yeterli miktarda alınması, proteinlerin enerji amacıyla kullanılmasını önler. Yeterli kalori protein alındığı sürece karbonhidrat alınması mutlaka gerekli değildir. Sağlıklı karbonhidrat kaynakları, buğday, meyvalar, yaş ve kuru sebzeler  ve patatestir. Sebzeler arasında tanecikli sebzeler (taze bezelye, taze fasulye) daha çok karbonhidrat içerir.
Çiğ soğanın 100 gramında 10 gram, taze domatesin 100 gramında 4 gram, çiğ havucun 100 gramında 10 gram, salatalığın 100 gramında ise 2 gram karbonhidrat vardır. Şüphesiz burada sayılan karbonhidratlar, insanlar için kullanılabilir olan karbonhidrat kaynaklarıdır. Gereksinmeden daha az miktarda karbonhidrat tüketilirse vücutta enerji yağlardan karşılanır. Gereğinden fazla yağ enerji kaynağı olarak kullanıldığında normalden çok keton (aseton gibi) ve asitler (aseto-asetik asit gibi) oluşur. Bu moleküller vücut sıvılarında asitliği artırır ve kanın alkalitesini azaltır. Bu duruma “ketosiz” denir. Kanın alkalitesi çok azalırsa komaya neden olabilir.Araştırma günde alınacak en az 50 gram karbonhidratın ketozisi önlediğini göstermiştir. Günlük diyette en az 100-125 gram karbonhidrat bulunmalıdır. Bu da 400-500 kilokalorilik (kkal) enerji verir.
Sağlıklı Karbonhidratlar;
-Meyva ve sebzeler
-Rafine olmayan kepek unu
-Kepekli makarna
-Esmer pirinç
-Kepekli ekmek
-Yulaf ezmesi
-Arpa
-Hububat içeren gıda maddeleri.
Yukarıdaki bilgilerden çıkarılabilecek en temel sonuç, rafine olmayan (ham) karbonhidratları tercih etmeliyiz. Bu tür karbonhidratlar kalori ihtiyacınızı istikrarlı bir şekilde karşılar. Bunun temel nedeni rafine olmayan karbonhidratların yavaş yavaş sindirilmesidir. Rafine olmayan karbonhidratları içeren gıdalar vitamin, mineral ve protein de içermektedir. Bu nedenle bu tür gıdalar, dengeli ve sağlıklı beslenmenin temel unsurları haline gelir. Pirinç, un gibi gıdalar konusunda beyaz yerine esmer olanları tercih edin.
Çeşitli Gıdalarda Bulunan Ortalama Karbonhidrat Yüzdeleri (100 gram için)
-Şeker %99
-Bal-Pekmez %75
-Tahıllar %75
-Kurubaklagiller %55
-Patates %18
-Yağlı tohumlar %17
-Meyvalar %13
-Sebzeler %9
-Süt %5
Normal olarak günlük alınan enerjinin;
%55-60'ı karbonhidratlardan,
%10-12'si proteinlerden,
%25-30'u ise yağlardan alınmalıdır.

Karbonhidrat Kaynaklı Gıdalar Hakkında Şaşırtıcı Bilgiler :)
- Mutluluk hormonu seratonini artırır.
-Protein ve yağlar karbonhidratların emilimini yavaşlatır.
-10 adet kestane 5 dilim ekmeğe eşit.
-Kuru meyvalar taze meyvalara göre daha fazla şeker içerir.
-Haşlanmış patates soğutulunca glisemik indeksi düşer.
-Meyva suları meyvalara oranla daha az lif içerir.

20 Mart 2016 Pazar

BAHAR GELMEDEN ALERJİK REAKSİYONLARA KARŞI ÖNLEM

ALERJİK SEZON...

Kış bittiğinde düşünüldüğünün aksine vücudumuz için zorlu çevresel şartları tamamen geride bırakmış olmuyoruz. İlkbahar da bağışıklık sistemi ve fizyolojik adaptasyon potansiyelimizin çok yüksek olması gereken zorlu bir mevsim. Kış boyunca vitamin D rezervlerimiz azalıp, egzersiz düzeyinin en düşük olduğu, antioksidanca daha fakir beslendiğimiz ve kış enfeksiyonları ile mücadele edip yorgun düştüğümüz bir dönemin sonunda yakalıyor bizi alerjenler. Boğaz, göz, burun ve sinüslere hava yolu ile temas ettiğinde vücudun histamin salgıları artırarak aşırı duyarlılık göstermesi ile oluşan bir dizi semptomlar ortaya koyuyor.
Burun ve gözlerde kaşıntı, sulanma, yanma, fazla mukus salgısı, tıkalı sinüsler, hapşırık, öksürük, ciltte hafif döküntüler saman nezlesi olarak da bilinen fazla histamin salgısının en yaygın işaretleri. Alerjik reaksiyonları azaltmanın iki temel yolu var, birincisi histamini etkisizleştirecek antihistamin kaynaklarla semptomları gidermeye çalışırken diğer yandan bağışıklık sistemini güçlendirerek aşırı histamin üretimini engellemeye çalışmak...Alerjik sezon henüz tam başlamadan yapacağınız ufak beslenme değişiklikleri ile bahar sezonunu daha rahat geçirmenizi sağlayabilir.

HİSTAMİNCE ZENGİN BESİNLERDEN UZAK DURUN
Hot dog, sosis, salam,sucuk, gibi işlenmiş et içeren gıdalar ve fermente gıdalar histamin açısından iyi kaynaklardır. Tavuk, kurutulmuş sucuk, sığır sosisi, uskumru, sardalye, ton balığı, ringa balığı gibi balıklar ve jambon gibi protein içeren besinler bu kimyasal bileşik açısından zengindir. Fermente yaşlı peynirlere örnek Camembert, Brie, Gravyer peyniri, rokfor, parmesan olabilir. Fermente sebzeler (sirkeye batırılmış olanlar) histamin açısından zengindir ve bu sebzelere örnek olarak lahana turşusu ve pancar turşusu verilebilir. Meyvelerden,kayısı, kiraz, kızılcık, kuş üzümü, hurma, nektarin, şeftali, ananas, erik, kuru erik, kuru üzüm ve ahududunda bulunur ve histamin  bileşiğini yüksek miktarda içerir. Histamin intoleransı olan kişiler bu meyveleri iyice yıkanmış ve kurutulmuş şekilde yiyebilirler. Aynı zaman da bira gibi mayalı içecekler ve fermente süt ürünleri de histaminden zengindir.

VÜCUDUN HİSTAMİN SALGISINI ARTTIRAN BESİNLER
Bu grup besinler de alerji semptomlarınızı ağırlaştırabilir;
Muz
Süt
Çikolata
Deniz ürünleri
Çilek
SEMPTOM AZALTMAYA YARDIMCI DOĞAL ANTİHİSTAMİN BESİNLER 
Bahar aylarında her zaman olduğundan daha faydalı olan fonksiyonel besinler;
Vitamin C ve vitamin C kaynağı tüm besinler: Turunçgiller,kivi,maydanoz,kuşburnu
Karotenoidlerce zengin besinler: Havuç,kırmızı ve sarı biber,brokoli,zerdeçal...

Badem,somon,ceviz,keten tohumu yağı,kanola yağı omega 3 yönünden zengindir ve alerjik rahatsızlıklardan korur. Ispanak,havuç A vitamini bakımından zengindir ve alerjileri azaltır. Yeşil çay,fesleğen çayı,tarçın çayı,ısırgan çayı,papatya çayına kekik,rezene ve sarımsak ekleyerek alerjik sorunların etkisini azaltabiliriz. Her gün minimum 7-8 bardak su içilmeli, bu vücut fonksiyonlarınızın daha iyi çalışmasına yardımcı olur. Su vücudunuzdaki alerjenleri ve toksinleri dışarı atar. Eğer çok fazla çay ve kahve içiyorsanız ve çok tuzlu besin tüketiyorsanız daha fazla su ihtiyacınız olabilir çünkü kafeinli içecekler ve fazla tuz vücudunuzdaki sıvı dengesine zarar verir. Fazla tuz ve kafein tüketiminizi azaltın.















8 Mart 2016 Salı

Kilo Vermek İçin Yağ Tüketin!

 Yağı çıkartılmış yoğurtlar, peynirler yiyerek, yağsız sütlerle ara öğünler yaparak, salataya hiç yağ eklemeden yemek zorunda kalarak geçmiştir diyet günlerimiz veya öyle sağlıklı olduğunu düşündüğümüz için... Bu yazımızda,  aslında yağların bilinçli ve doğru tüketildiğinde sağlıklı olduğunu, uzun süre tokluk hissi vermesinin nedenini, ve biraz da yapısından bahsedeceğiz.

Lipitler, Yağ asitleriyle ilişkili olan ve çeşitlilik gösteren bir grup bileşiktir. Ortak özellikleri, suda çözünmemeleri ve eter, kloroform, benzen gibi çözücülerde çözünmeleridir. Lipitler, vücut için hem enerji kaynağıdırlar hem de yağda çözünen vitaminlerin vücuda alınmasını sağlarlar.Mideye yağın girmesi sindirimin uzun sürmesini sağlar. Yemekle belirli bir miktar yağ vücuda girdiğinde yağ ince bağırsaklara geçmeden mide de kalır ve tokluk hissi verir. Vücutta ortalama 40 gün yaşamı sağlayacak miktarda yağ depolanır.Yağ deposu bir yandan mobilize olur, diğer yandan tekrar depolanır.Miktarı uzunca süre durağan kalır. Açlık durumunda yağ asitleri yıkılarak enerji için kullanılır. Yağ en çok enerji veren besin öğesidir. Eşit miktarlardaki karbonhidrat ve proteinlerin iki katından çok enerji verir (1 gram yağ 9 kalori). Böylece vücut en çok ekonomik enerji gereksinmesini yağlardan karşılar. Deri altı yağ tabakası vücut ısısının kaybını önler. 

Bazı durumlarda diyetteki yağ miktarının ayarlanması gerekebilir:
1-Karaciğer ve safra kesesi hastalıklarında, yağ güç sindirildiğinden diyette yağ bir miktar azaltılır.
2-Yine emilme bozukluğu (malabsorpsiyon) durumlarında yağ azaltılır.
Günlük alınan enerjinin %25-30'u yağdan gelmelidir. Bu oran %30'u aşmamalıdır.

Yağlar tüketildiğinde çok kalori vermesinden dolayı kötü kabul edilir ve diyetten uzaklaştırılmaya çalışılır. Fakat asıl kötü olan yanlış yağların yanlış miktarda tüketilmesidir.

Diyetten yağın çıkarılmasının altında yatan sebep bir gramı yakıldığında ortaya karbonhidrat ve proteinlere göre daha çok enerji açığa çıkması. Daha çok enerji demek daha çok kalori almak demek. Bu açıdan değerlendirildiğinde yağlar canavar gibi gözükür. Yağlar vücudumuz için hayati önem taşırlar. Sindirim süreleri uzun olduğundan tok tuttuklarından bahsetmiştik. Aynı zamanda yağlar hücrelerin temel yapı taşlarından biridir. Bu yüzden sıfır yağ ile beslenme söz konusu olamaz.
Yağları, beslenmemizde genişçe yer vermemiz gereken ve uzak tutmamız gereken yağlar olarak ikiye ayırabiliriz.

Zararlı Yağlar
Yağ tüketimini ele aldığımızda doymuş yağları beslenme modelimizden mümkün oluğunca uzak tutmamız gerekenler kategorisine almamız gerekir. Doymuş yağlar deyince aklımıza, hayvansal yağlar gelmeli. Hepimizin bildiği üzere hayvansal yağlar oda sıcaklığında katı halde bulunan yağlardır.Tereyağı, margarin, iç yağ (et ve sakatat ürünlerinde bulunan yağ), hindistancevizi yağı, kakao yağı gibi yağ çeşitleri doymuş yağlara örnektir. Yüksek oranda doymuş yağ tüketmek, kötü kolesterolümüzün artmasına sebep olur.Tatlı yapımında genel olarak doymuş yağlar tercih edilir. Yani siz tatlı tüketirken yalnızca yüksek oranda karbonhidrat almakla kalmıyor, aynı zamanda yüksek miktarda doymuş yağ da almış oluyorsunuz. Bu da aldığınız kilolar ile birlikte kötü kolesterolünüzü arttırıyor.Aynı zamanda işlenmiş gıdalarda da kullanılan yağ çeşidi doymuş yağlar. Paketlenmiş ürünlerde doymuş yağların tercih edilmesinin sebebi uzun süre bozulmadan durabilmesi. Yani raf ömrünü uzatması. Dolayısıyla paketlenmiş gıdaları fazla tüketmek kilo alımına davetiye çıkartırken LDL(Low Density Lipoprotein" dir. Türkçe anlamı düşük yoğunluklu lipoprotein'dir. Karaciğerde üretilen ve kolesterolü kan yoluyla taşıyan moleküler proteinler olarakda tanımlanabilir.) değerlerinizi de yükseltmiş oluyor.

 Yararlı Yağlar
 Beslenme modelimizin %25-35’ini yararlı yağlar olarak nitelendirdiğimiz doymamış yağlar oluşturmalıdır.Doymamış yağlar tekli doymamış yağlar ve çoklu doymamış yağlar olmak üzere ikiye ayrılır.Çoklu doymamış yağlar omega-3 ve omega-6 yağ asitlerini kapsar.Omega-3 ve omega-6 yağ asitlerini mutlaka diyetimizle birlikte almamız gerekir. Çünkü vücudumuzdaki hücreler bu yağ asitlerini üretecek enzimlere sahip değildir.Omega-6, ay çiçek yağı, susam, ceviz, soya ve mısır gibi bitkisel ürünlerde bulunur.Omega 3’ün en önemli kaynağı balık yağıdır. Özellikle soğuk su balıkları omega-3 bakımından çok zengindir. Balıklar soğuk sularda vücut ısılarını koruyabilmek için yağ depolarlar. Biz de bu yağlı balıkları diyetimize alırsak hem kalp sağlığımızı korur hem de sağlığımızı kaybetmeden  kilo verebilirsiniz.

Vücuttaki fazla yağın sebebi yüksek miktarlarda tüketilen doymuş ve trans yağlardır.
Yağlar doğru miktarda ve doğru türleri seçilerek tüketildiğinde vücudumuz için çok faydalı olurlar. Tok kalmamızı sağlayarak diyeti çekilmez olmaktan çıkartırlar.
Yağsız diyet gibi şehir efsanelerini bir kenara bırakarak kaliteli yağlarla sağlıklı beslenebilirsiniz... :)

7 Mart 2016 Pazartesi

Çay Ve Faydaları Ama Yemekle İçildiğinde...

Malum milli içeceğimiz olmasa da en çok tükettiğimiz içeceklerden birisidir çay. Peki onun hakkında her şeyi biliyor muyuz? Bu içeriği okuyunca bilmediğinizi göreceksiniz...:)
Efsaneye göre çay, ikinci Çin imparatoru Shen-Nung tarafından m.ö 2734 yılında uçuşan çay yapraklarının kaynamakta olan suya düşmesi sonucu bulunmuştur. Anayurdu Hindistan'ın doğusu ile Birmanya ve Çin güneyidir.Üç büyük cinsi bulunur; Assam, Çin ve Kamboçya... Yaprağa uygulanan işleme göre çay türleri üretilmektedir. Yeşil çay; yapraklar kurutulur,silindirlerden geçirilir ve fermente olmadan kızartılarak yeşil çay elde edilir. Çin Japonya Hindistan ve Endonezya'da üretilir. Bol miktarda polifenol, (her molekülden birden fazla fenol grubunun bulunduğu bileşiklerdir. Polifenoller genelde bitkilerde bulunur ve örneğin sonbahardaki yaprak renklerinden sorumludurlar.) gallik asit,(3,4,5-trihidroksibenzoik asit olarak bilinen organik asittir. Mazı, sumak, güvercin ağacı, çay yaprağı, ve bazı bitkilerde bulunur.) flavonoid, (bilim insanları tarafından en çok incelenen bitkisel besin maddesi grubunun genel adıdır. 6000'den fazla besin maddesini içerir. En belirgin özelliği antioksidan ve iltihap karşıtı etkisi olanbu besin maddeleri ayrıca sebze ve meyvelere parlak ve canlı renkler verir.) Oolong Çayı; Çin, Formozo ve Japonya'da yapılır. Yapraklar fermente edilir,siyah çay aroması verirken, yeşil çay tadı sağlar. Siyah Çay; En çok kullanılandır. Çay yaprakları kurutulur, silindirden geçirilir. Kızartılmadan önce fermente olmaya bırakılır. Beyaz çay; Çin'in Fujiyan bölgesinde yetiştirilmektedir.Çay bitkisiyle aynı olup farkı,yapraklar açmadan tamamen tomruk iken toplanmasıdır.Sadece soldurma ve kurutma aşamasından geçirilir ve fermente edilmez. Bu nedenle içerdiği polifenoller daha aktiftir. Çayların kafein oranları bir fincanda beyaz çayda 15 miligram, yeşil çayda 20 miligram, siyah çayda ise 40 miligramdır.

Çayın demlenme sırasında suya geçebilen öğelerinden yararlanılır.Bunun başında kafein gelir. İki-üç dakika 180 mililitre kaynar suyla demlenmiş siyah çayda 3o mg civarında kafein bulunur.Demlenme süresi uzadıkça bu miktar yaklaşık 60 mg'a kadar çıkabilir. İçilen sade çayda protein,yağ ve karbonhidrat gibi makro besin öğeleri hemen hemen yoktur. Çay yaprağındaki B vitaminlerinin %80'i suya geçer. Yeşil çay, uygun koşullarda hazırlandığında C vitamini sağlar. Günlük içilen  5 fincan (her fincan için 180-200 ml) yeşil çay C vitamini gereksinimini %25-30'unu karşılayabilmektedir.
Gün içerisinde aşırı tüketilen çay,sinir bozukluğu, kabızlık, yüksek tansiyon, el titremesi, baş ağrısı,ve uykusuzluğa neden olabilmektedir.Aşırı çay tüketimi, idrar miktarının da artışına neden olur. İdrarla dışarı atılan üre asidi miktarını azaltır. Romatizma hastalığı olanlara zarar verir. Çayda okzalat fazladır. Bu nedenle böbreğinde kum ve taş olanlara çay zararlıdır.
Çay doğru bir şekilde tüketildiğinde ise;
-Kanser riskini azaltır,
-Kolestrolü düşürür,
-Beyni korur,
-Hazmı kolaylaştırır,
-İçerdiği floroid nedeniyle diş çürüklerini önleyici etkiye sahiptir,
-Kan damarlarını genişleterek kanın vücuttaki dolaşımını kolaylaştırır,
-Yapılan birçok araştırmaya göre; günde maksimum 2 kupa çay tüketmenin kalp krizi ile ölüm riskini azalttığı ortaya çıkmıştır.
Yemekle Birlikte İçilen Çayın Olumsuz Etkileri:
Gün içerisinde içilen çayın şeker ilavesi yapılarak tüketilmesi ve öğünlerle birlikte tercih edilmesi, sağlık açısından zararlı etkilerin oluşmasına neden olmaktadır. Yemeğin ardından çay içmemek gerekiyor, çünkü bu mide kaslarının gerilmesine yol açarak hazımsızlığa neden olabilir aynı zamanda da yemekle birlikte aldığımız demiri yeterli miktarda emilemez hale getirdiği için vücutta kansızlığa yol açabilir. Demli çay ya da çayın  uzun süre demlenmesi bardak başına tüketilen ''tanen'' (proteinlerin bağlanması ve çökelmesinden sorumlu acımsı suda çözünen bitki polifonelleridir.) miktarını arttırdığından demir üzerinde daha olumsuz bir etki yaratacaktır.Ayrıca siyah çay demir seviyesini yeşil çaydan daha fazla düşürmektedir. Çay içme alışkanlığını bırakamıyorsanız, en azından yeşil çaya veya çok demli olmayan açık çaya yönlenebilirsiniz...
Kandaki demir düzeyinin sağlıklı seviyelerde olması için demir bakımından zengin gıdaların tüketilmesi tek başına yeterli olmayabilir. Beslenirken, gıdalardan alınan demirin emilimini etkileyen diğer besin kaynaklarından da mümkün olduğunca kaçınılmalıdır. Çay içinde bulunan tanenler dışında soya proteini, kalsiyum, polifenoller, baklagiller ve tam tahııllı da demirin emilim sürecini engelleyebilir...

3 Mart 2016 Perşembe

Protein nedir, ne işe yarar, ne kadar tüketmeliyiz?

PROTEİN VE ÖNEMİ


Yapılarında amino grubu, karboksil grubu, yan zincir taşıyan organik bileşiklerdir.
Önde gelen birinci anlamına gelen “Proteios”kelimesinden türeyen hücrede en fazla bulunan önemli makromoleküllerinden biridir.
● Organizmada sentezlenen diğer azotlu biyomoleküller için tek kaynaktır.
● Her canlıya bireysellik kazandıran genetik bilginin ifade edildiği tek araçtır.




Azot Dengesi
● Alınan azot > Vücuttan atılan azot
( Pozitif azot dengesi )
Büyüme, gebelik, emzirme, iyileşme

● Alınan azot < Vücuttan atılan azot
(Negatif azot dengesi)
Kanser, açlık, yaşlılık, cerrahi müdahale sonrası

Normal azot dengesinin korunması için alınması gereken protein miktarı:
% 70'i hayvansal
% 30 bitkisel kaynaklı

İnsan için en uygun besin proteinleri :
● Memeli, balık, kümes hayvanları ve bitki proteinleridir.
● İnsan için ideal aminoasit bileşimi laktalbüminde (sütteki protein) bulunur.
● Hayvansal kaynak dışında en iyi protein kaynağı fındık ve cevizdir.

Proteinler ne işe yarar?

● Hücreleri onarır ve yeniler.
●  Enfeksiyonlarla savaşan antikorları üretir.
●  Hücre içi ve hücre dışı sıvıların ozmotik dengede tutulmasını sağlar.
●  Beden fonksiyonlarıyla birlikte, sinir ve kas çalışmalarını koordine eden hormonlar ve enzimler için gereklidir.

 Vücudun ne kadar proteine ihtiyacı var?
Günlük enerjinin 10-15'i proteinden karşılanmalıdır. Bütün besin gruplarından tüketen bir kişinin protein ihtiyacı, kilosu başına 1 gramdır. Yani sağlıklı ve dengeli beslenen 60 kg'lık  bir kişinin günde 60 gram protein tüketmesi yeterlidir. Fazla protein tüketen bir vücut suyla birlikte potasyum, kalsiyum,magnezyum gibi temel minerallerini kaybeder.
Elzem amino asitlerin tamamını yeterli oranda barındıran ve kolay bir biçimde sindirilen proteinler, kalitesi yüksek olan besinlerdir ve bunlar hayvansal kaynaklı proteinlerdir.

BESİN                                  BİYOLOJİK DEĞER
Süt                                                100
Yumurta                                         95
Sığır eti                                           80
Peynir                                             75
Patates                                             71
Pirinç                                               68
Buğday                                            42
Fasulye                                          40-45